Kızıl Goncalar ikinci bölümde Cüneyd, Levent ile tekrar görüşmeye gelir. Kafasında bazı sorulara Levent ile konuşarak cevap bulacağını düşünüyor. Birinci bölümde izlediğimiz ve diğer bölümlerde de izleyeceğimize benzediği annesi ile ilgili hayatında bir dönüm noktası olduğu anlaşılıyor. Bu dönüm noktasının aydınlanması Cüneyd’in hayatında yeni bir dönüm noktasına getireceğe benziyor. İzleyip göreceğiz.
“Nasılsın” sorusuna Cüneyd’in verdiği cevap
Levent, Cüneyd ile konuşmasına “Nasılsın” sorusu ile başlıyor. Ardından “Nasılsın sorusunun hakiki bir cevabı olmayacağını” ekliyor.
Tasavvufî ve tarikat geleneğinde “Nasılsın” sorusunun keyfiyeti ile ilgili bazen değerlendirmeler olduğu biliniyor. Örneklerden birini, son yıllarını Abdulhakim Arvasî Hazretleri’nin yanında geçiren Hakikat Kitabevi kurucusu Hüseyin Hilmi Işık’ı referans gösteren yayınlarda özetle alıntılayabiliriz:
Maksatsız nasılsın demek uygun değildir. Nasılsın sorusunun cevabını alan kişi, cevabı veren kişinin devasına derman olamazsa nasılsın deme samimiyetten uzak olur. Derdine deva olabileceğimiz kimseye nasılsın demeliyiz.
Dinimiz İslam Web Sitesi
Cüneyd “Nasılsın” sorusuna “Allah nasıl olmamı istiyorsa öyleyim” cevabını veriyor. Levent bunun üzerine “Ben kulumun zannı üzereyim” cümlesini ekliyor.
Levent: Nasılsın?
Cüneyd: Allah nasıl olmamı istiyorsa öyleyim.
Levent: Ben kulumun zannı üzereyim.
Levent’in en son ifade ettiği cümle bir kudsî hadis. Kudsî hadis kavramının tanımı ise şu şekilde:
Allah tarafından vahiy, ilham, rüya gibi değişik bilgi edinme yolları ile anlamı Hz. Peygamber’e bildirilen, onun tarafından kendi ifade ve üslûbu ile Allah’a nisbet edilerek rivayet edilen, Kur’an’la herhangi bir ilgisi bulunmadığı gibi i‘câz vasfı da olmayan hadis
İslam Ansiklopedisi
Bu kudsî hadisin tam metni şu şekildedir:
Ebû Hüreyre”den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah şöyle buyurur: “Ben, kulumun benim hakkımdaki zannı ne ise öyleyim. Beni andığında onunla beraberim. O beni kendi başına anarsa, ben de onu kendi başıma anarım. O beni bir topluluk içinde anarsa, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim!”
Buharî, Tevhid 15
Levent, bu sözü İslam’ın insana yaklaşımını refere eden bazı örnekler veren hocasına dayanarak daha da açıklıyor: “Allah’ın seni nasıl istemesi, senin Allah’ı nasıl istemene bağlı“.
Levent bunun üzerine Cüneyd’e “Sen Allah’ı nasıl bilirsin?” sorusunu yöneltiyor. Cüneyd “Bilmek yok, tapmak var” yanıtını veriyor.
Levent: Sen Allah'ı nasıl bilirsin?
Cüneyd: Bilmek yok, tapmak var.
Allah’ı bilmek
Allah’ı bilmek konusunda 12. yüzyılda yaşamış tasavvuf erbabı Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin ilk tefsir yazarlarından olan Fahreddin er-Razî’ye gönderdiği mektupta geçen “Allah’ı bilmek, varlığını bilmekten başkadır” ifadesine atıfta bulunulabilir.
Mektup özetle şu şekildedir. Bir gün Fahreddin er-Razî’nin dostlarından birisi Muhyiddin ibnü’l Arabî’yi ziyaret ettiğinde gördüğü olayı nakleder. Fahreddin er-Razî’yi bir gün ağlamaklı olarak görür ve nedenini sorar. O alim de “30 yıldır hak dediğim bir meseleyi şimdi hak olmadığını öğrendim. Eğer bu da hak değilse ne yaparım” şeklinde yanıt veriyor. Bunun üzerine Muhyiddin ibnü’l Arabi, kelam ilmiyle kazanılan bilginin kalbi tatmin etmeyeceğini, kalp ancak tasavvuf yoluyla tatmin edilebileceğini aktarıyor.
Yani rasyonel manada Allah’ı bilmek ile varlığını bilmenin farklı olduğunu ifade etmiştir. Bilgi kelimesi, Türk Dili Kurumu‘nda 5 farklı anlamda tanımlanmış. İsim olarak bilgi “insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü” ve “insan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü” olarak iki farklı anlamı bulunuyor. İnsana ait akıl ve zekâ kavramlarına göre bilgi dünyaya ait bir kavramdır diyebiliriz. Bunun yanında felsefe terimi olarak tanımda ise “duyu organları yoluyla algılama, hayal gücü ve bellek yardımıyla zihnin ilk olarak kavradığı temel düşünceler” belirtilmiş. Duyu organı, bellek gibi kavramlar yine insan beyninin üniteleri olmasından dolayı bu da bilginin dünyaya ait kavramı olduğunu ifade edebiliriz.
Dünyaya ait bir kavram ile Allah’a bilmek konusunda Fahreddin er-Razi’nin dertlendiği konuya ışık tutabiliriz. Bu yüzden Muhyiddin ibnü’l Arabî Allah’ı bilmek ile Allah’ın varlığını bilmeyi ayırmış. Tasavvufî kaynaklarında Allah’ın varlığını bilmenin marifet olarak adlandırıldığını görüyoruz.
Gazzâlî mârifeti, “Allah’ın kulunun kalbine attığı bir nurla kulun daha önce isimlerini bildiği şeyleri açık seçik görmesi” şeklinde tanımlamıştır. Buna göre mârifet sırf bir lutuf olarak Allah’ın kuluna verdiği bir ışıktır.
İslam Ansiklopedisi
Marifetullah hakkında daha fazla bilgi için Diyanet TV’nin hazırladığı yayını izleyebilirsiniz:
Cüneyd burada bilmek yerine tapmak olduğunu ifade ederken Kur’an’ı Kerim Zariyet Suresi’nin 56. ayetine atıfta bulunabiliriz.
Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’an-ı Kerimi web sitesinde bu ayet için şu şekilde açıklama getirilmiş.
56. âyetin “sırf bana kulluk etsinler” şeklinde tercüme edilen kısmı “sırf beni tanısınlar” şeklinde de anlaşılmıştır (Şevkânî, V, 106); fakat son tahlilde Allah’ı tanımanın anlamı O’na gerektiği şekilde kulluk etmektir. Burada “kulluk” ile Allah Teâlâ’nın buyruk ve yasaklarına uymanın değil, mümin olsun inkârcı olsun bütün cinlerin ve insanların Allah’ın kudreti ve koyduğu ilâhî-tabii yasalar önünde zorunlu olarak boyun eğmelerinin kastedildiği yorumu da yapılmıştır; Taberî’nin tercih ettiği yorum budur.
“Her tapış bir reddediştir”
Levent ile Cüneyd’in konuşması evlilik bahsine gelince, Cüneyd Levent’in mesleğine tapmasını öne sürüyor ve “herkes bir şeye tapar ve her tapış bir reddediştir” ifadesini kullanıyor. Buna örnek olarak da Peygamber Efendimiz’in peygamberlik öncesi Kureyş adetlerini yadısıdığını, yanlış olduğunu bildiğini gösteriyor.
İmam Gazali, Tevhid Risalesi eserinde Kelime-i Tevhid’in manasını anlatırken şunu ifade eder:
Kelime-i Tevhid; kapısı, kapıcısı ve bekçisi olan sağlam bir kale olup, kapıcının hakkını vermeden içeri girmek mümkün değildir. Yani “lâ”nın sırrından geçmeden “illa”nın ispatına varamazsın.
Yani, Allah’a inanmak için öncelikle Allah dışındaki her şeyi reddettikten sonra kabul etmek gerekiyor. Muhyiddin ibnü’l Arabî’nin Fahreddin er-Razi’ye yazdığı mektupta bahsettiği “kalbini fikrinden boşaltma” eylemini hatırlayabiliriz.
Cüneyd, burada Levent’in mesleğine tapıyor olmasını sevgiye bağlıyor. Karısını, çocuğunu veya herhangi bir insanı sevip sevmediğini soruyor. Nihal’in Levent’e değil de Cüneyd’e konuşmasının sebebinin sevgi olduğunu ifade ediyor. Hakk’ı akılda değil de kalpte aramak gerektiğini belirttikten sonra “mühürlü kalbinin açılması” için dua edip odadan çıkıyor.
Cüneyd ile Levent’in konuşmalarını özetleyecek olursak, nasıl olma halinden Allah’a bilmeye, bilmekten tanımaya giden bir diyalog görüyoruz. Tanımanın akıl ile olamayacağı kalp ile olacağı, bunun da sevebilme ile mümkün olacağı ifade ediliyor.
Bir yanıt yazın